22 Eylül 2014 Pazartesi

Sahiden Bizim Ne Yemeğe İhtiyacımız Var ?






Tıptaki muazzam ilerlemelere rağmen diyabet, koroner kalp hastalığı, hipertansiyon, felç, ülser, astım, depresyon, otizm, romatizma, müzmin yorgunluk, kanser ve osteoporoz (kemik erimesi) gibi kronik hastalıklar son yıllarda müthiş artış gösteriyor.

Bu artışı çok çeşitli nedenleri var, ama en önemlisi geleneksel beslenme tarzımızı büyük ölçüde terk etmemiz. Bütün etrafımızı saran propagandaya, reklâmlara, yazılara ve alışkanlıklarımıza inat, başımızı iki elimizin arasına alıp düşünme zamanımız geldi. Sahiden, neleri yememeliyiz ya da başka bir deyişle bizim ne yemeye ihtiyacımız var?  Arzu Aygen’in kaleminden.


Eski topraklar nasıl besleniyordu?

Hatırlıyor musunuz? Herkesin birbirine iyi niyetle yaklaştığı, ekmeğin ekmek, karanfilin karanfil gibi koktuğu, toprağın, yağmurun, ayın, güneşin, börtü böceğin, insanların birbirleriyle uyum içinde yaşadığı zamanları… Belki biz ucundan şahit olduk, belki de görmedik bile babaannemizin anlattığı mis kokulu domatesleri, hikâyesi olan insanları.

Doğada mertliği bozan çok şey oldu; kimyasallar, hormonlar, daha çok kazanma, daha güzel görünme, daha çok yeme, daha konforlu yaşama, daha çok şeye sahip olma hırsı. Biz daha çok, daha çok istedikçe bunun yollarını da bulduk ama unuttuk ki yapay müdahalelerle; doğaya ve doğamıza karşı gelerek yaptıklarımız, bizi de doğadan koparıyor ve insani vasıflardan uzaklaştırıyor. Bugün büyük şehirlerde yabancılaşmadan, yalnızlıklardan, soğukluklardan şikâyetçiyiz. Hayvan sevgisi denince boğazından çekiştirerek köpek gezdirmeyi, tabiatı sevmek denince ayaklarımızı toprağa değdiremeden ormanda yürüyüş yapmayı anlıyoruz.

Bu genel kopukluk tablosu içinde vücudumuza da yabancılaşıyoruz. Bizi hiç tanımayan doktorların gazetelerde çıkan sözlerine göre belimizi kalın, kilomuzu fazla buluyoruz. Manken vücutlarına sahip olalım diye reçetemizi de bu yazılardan öğreniyoruz; bol yeşillik, biraz et, öcü ekmek, aman sakın yağ!

Çocukların durumu büyüklerden de vahim. Reklâm bombardımanı ile en çok ihtiyaç duydukları şeylerin kola, şekerleme, çikolata, gofret, cips olduğunu düşünüyorlar, düşündürtüyoruz.

Bütün etrafımızı saran propagandaya, reklâmlara, yazılara ve alışkanlıklarımıza inat, başımızı iki elimizin arasına alıp düşünme zamanımız geldi. Sahiden, bizim ne yemeye ihtiyacımız var?

Eski topraklar nasıl besleniyordu?

Sorunun cevabını diyabet, kanser, tansiyon, kolesterol, depresyon, alerji, uykusuzluk gibi rahatsızlıklarla günümüzdekinden çok daha az karşılaşan 200 yıl önceki atalarımızın veya şu an “ilkel” dediğimiz toplulukların, neyi nasıl yediklerine bakarak bulmaya çalışalım:

·         Mevsimin meyve sebzesi yeniyordu. Çilek yemek için Haziran’ın, salçalık biber almak için sonbaharın gelmesi bekleniyordu. Günümüzde “modern” tarım uygulamalarıyla kabak, patlıcan, biber, domates, salatalık bütün bir sene raflarda. Aslında doğanın o kadar latif bir dengesi var ki; çok suya ihtiyacımız olan yaz aylarında karpuz, hastalıklardan korunup güçlü kalmaya çalıştığımız kış aylarında narenciye yetişiyor.

·         Gıdalar “gerçek”ti, rafine edilmiyordu. Rafinasyon işlemleri sırasında un, şeker, yağ gibi gıdalar doğal mineral ve vitaminlerini kaybediyorlar. Rafine ürünleri besleyici değerlerinden çok şey feda edilmiş olarak alıyoruz; hem de bilmeden birçok paketlenmiş gıda aracılığıyla, dolaylı olarak yiyoruz. Bugün çok yesek de doymadığımız oluyor, gıdaların besleyici değerinde noksanlar var. Çok aşırı şişmanladığı halde bir türlü iyi beslenemeyenler mevcut.

·         Genetik müdahaleler yaparak insanın istediği şekilde canlıların özünün değiştirilmesi, Allah’ın yarattığını başkalaştırması yoktu.

Günümüzde ABD’nin başını çektiği ülkelerde, soya fasulyesi, mısır, buğday ve pirinç başta olmak üzere birçok tahıl, bakliyat, sebze ve meyvenin genleri ile oynanıyor. Genleri ile oynanmış tohumların üreticisi olan uluslararası şirketler ülkemizde de tohum satıyor!

·         Herkes kendi civarında yetişenleri yerdi. Şu anda Arjantin’den armut, Şili’den üzüm, ABD’den pirinç ve çeşitli ülkelerden tropik meyveler ithal edilmekte. Oysa insanoğlu kendi ikliminin, kendi coğrafyasının ürünü olan gıdalarla beslendiğinde vücudu için daha şifalı bir etkisi oluyor. Örneğin, kendi yaşadığımız bölgenin balını yersek, bu bal, çevremizde alerjiye neden olabilecek polen ve diğer tozlara karşı anti alerjen görevi yaparak sağlığımızın korunmasına yardımcı oluyor.

·         Tarımsal üretimde kimyasal gübre, böcek ilacı veya hormon kullanılmıyordu. Bu ilaçların tortuları meyve sebzenin kabuğunda kalabiliyor. Hormonlar ve gübreler gıdanın yapısından bizlere de aktarılıyor. Bu son derece zararlı yöntem yerine sadece doğal gübre ve böceklerle-zararlı otlarla doğal mücadele yöntemleri kullanılarak yapılan tarıma günümüzde ekolojik / organik / biyolojik / yeşil tarım adı veriliyor.

·         Katkı maddeleri kullanılmıyordu, gıda ve kimya endüstrileri gelişmemişti. Kimya endüstrisinin de gelişmesiyle çilek kokusu veya haşlanmış tavuk kokusu laboratuarlarda üretilebiliyor; gıda üretiminde boyalar ve daha birçok katkı maddesi kullanılıyor. Bu katkı maddeleri de çoğunlukla doğal değiller ve vücudumuza “yabancı”lar. Birçoğu kanserojen.

·         Herkes kendi iç sesini dinleyebiliyor, kendisi için neyin daha iyi olduğunu onu hiç görmemiş doktorlardan daha iyi biliyordu. İnsanlar, reklâm panoları, televizyon, medya, ilaç şirketleri, özel hastaneler tarafından henüz kuşatılmış değildi.

·         Yemek kalabalık aile sofralarında zevkle, muhabbetle yeniyordu. Koşturmaca içindeyken, bir yandan televizyon seyrederken değil; yemeğin tadını çıkara çıkara, sadece yemeği düşünerek yediğimizde vücudumuz çok daha iyi sindirebiliyor ve yediklerimizden daha iyi faydalanabiliyor.

·         Genellikle kıt olan kaynaklarla az çeşitte yemek hazırlanıyordu. Az çeşit yemenin ve hatta bazen aç kalmanın vücudumuza daha iyi geldiği söyleniyor bugün. 6-8 öğün yemek yemek de yoktu. Kuşluk vaktinde ve ikindide, günde iki kez yenirdi.

           
Hayatımızı güzelleştirmek zor değil!

Daha sağlıklı olan atalarımız veya günümüzün “ilkel” toplulukları gibi beslenmeye geri dönmek, yelkovanı tersine çevirmek o kadar da zor değil. Biraz gayret, biraz dikkatle hayatımız değişebilir, güzelleşebilir.

Biz ilk adım olarak rafine gıdaları ve bunlarla yapılmış tüm ürünleri hayatımızdan çıkardık. Bu, şu anlama geliyor; beyaz un, rafine şeker, rafine tuz, rafine yağ veya bunlarla yapılan gofret, cips, bisküvi, gazlı içecek, hazır yemek gibi paketlenmiş ürünleri veya baklavalarla poğaçaları yemiyoruz. Mevsimine göre, ekolojik, genetiği ile oynanmamış besinleri bulmaya gayret ediyoruz.

Peki, çoğu evde maalesef kullanılan rafine gıdalar olmaksızın güzel şeyler yapmak mümkün mü? Cevabımız “evet”. Hem çok lezzetli, hem de doyurucu ve besleyici tarifler çıktı denemelerimizle.

Kitabı ana-kız birlikte hazırladık. Annem, diğer teyzelerim gibi anneannemden aldığı genlerle, çok güzel yemek yapmasıyla ünlüdür. Kitabı birlikte yapma fikrini, bana yardımı dokunacağı için seve seve kabul etti – gerçi hiç konuşulmasa da merhametli ana yüreğiyle zaten yardım ederdi-; kapak taslağında adını görünce de çok şaşırdı. Mahcubiyetle adının çıkarılmasını istedi. Buradaki çoğu tarif onun senelerdir bizim için şefkatle pişirdikleri. (Belki duymuşsunuzdur, bir ailede yemeği annenin ya da büyükannenin hazırlaması, pişirirken herkesi sevgiyle düşündükleri için, yemeği çok daha şifalı kılıyormuş).

Sevdiklerimizi ve kendimizi “temiz” yiyeceklerle besleyerek hastalıklardan ve tüm zayıflıklardan korunmamız dileğiyle...


Arzu Aygen (Beyaz Unsuz Şekersiz Hamur İşleri kitabından alıntıdır.)



Hiç yorum yok :